Dini ve çivi yazılı metinlerde deprem
Yakın Doğu’daki sismik çalışmalar, bugün yaşadığımız şiddetli depremlerin eski çağlarda da gerçekleştiğini doğruluyor. Peki Eski Çağ toplumları depremi nasıl algılıyorlardı? Deprem onlar için neyi ifade ediyordu? Yazılı belgelerden bunların izini ne kadar sürebiliyoruz? Gelin birlikte bakalım…
Yazılı kayıtlar sayesinde geçmişte yaşanmış olan depremler hakkında bilgi alabiliyoruz ancak bu sanıldığı kadar çok sayıda değil. Eski Yakın Doğu’nun deprem kuşağında yer almasına rağmen az sayıda yazılı belge ile karşılaşırız. Dini metinlerde bu sayı daha da azalır. Dini metinlerde depreme dair veriler ilk kez Eski Ahit’in Amos ve Zekeriya kitaplarında geçer.
Eski Ahit’te iki ayrı deprem olduğuna dair kayıtlar mevcut. İlki, Amos’ta geçen, “Uzziya’nın Yahuda, Yehoaş oğlu Yarovam’ın İsrail Kralı olduğu günlerde, depremden iki yıl önce Amos İsrail’le ilgili görümler gördü” (Amos 1:1) ifadesi, diğeri de ‘Zekeriya’da geçen, “Yahuda Kralı Uzziya döneminde depremden nasıl kaçtıysanız, öyle kaçacaksınız” (Zekeriya 14:5) bilgisidir.ü
Amos’ta sözü edilen depremin tarihi, kesin olarak belirlenebilmiş değil. Ancak depremin, Yahuda Krallığı’nın kralı Uzziya ve Kuzey İsrail Krallığı’nın kralı II. Yarovam’ın saltanatı döneminde meydana geldiği düşünülür ve MÖ 760 ila 740 yılları arasına tarihlenir.
DEPREMİN DOĞAÜSTÜ GÜÇLERLE İLİŞKİLENDİRİLMESİ
Dini metinler az önce bahsettiğimiz gibi her zaman doğrudan verilen deprem referansı şeklinde olmaz. Bazen deprem ile doğaüstü bir neden arasında ilişki geliştirilir. Bu bir inançtır ve günümüzde de hala devam eder. 2010 yılında meydana gelen 7 büyüklüğündeki Haiti depreminde Katolikler, depremi ‘insanları Tanrı’yı geri çağırmak için bir fırsat’ olarak yorumlamıştır. 2011 yılında meydana gelen Japonya depreminde, Tokyo Belediye Başkanı’nın tsunami ve depremi, ‘ilahi bir ceza’ olarak açıklaması, teknik olarak gelişmiş toplumlarda bile felaketler ve doğaüstü güçler arasında güçlü bir bağlantı kurulduğunu gösterir. 6 Şubat 2023 Maraş depreminde de benzer açıklamalar yapıldı. Dolayısıyla depremler, Tanrı’nın ilahi eylemleri olarak yaratma gücünü tersine çevirebildiğini ifade etmek ve adalete uygun olarak caydırıcı ceza şeklinde yorumlanmasına neden olur.
Dini metinleri analiz ederek Eski Çağ toplumlarının dünyayı tanımlama biçimlerini de anlayabiliriz. Eski Ahit’te aktarıldığına göre dünyanın altında sütunlar vardır ve bu sütunlar dünyayı taşıma görevine sahiptir. Yani disk şeklindeki dünyanın altındaki sütunların dünyayı taşıdığına ve yeryüzü titrediğinde de aslında bu sütunların titrediğine inanılır. Ancak bunu doğrudan yorumlamak, olayı tasavvufi anlamından uzaklaştırır. Bir de bu sözü geçen direklerin/sütunların aslında yeryüzünde var olan dağlarla ilişkilendirilme meselesi var. Kutsal metinlerde geçen deprem tasvirlerinde, dağların ne kadar sık sallandığının altının çizilmesi de bunun göstergesi olarak kabul edilebilir. Eski İsrail toplumu, depremlerin meydana gelmesinin arkasındaki mekaniği, gök kubbenin iki destek aracına sahip olduğu; bunların ilkinin yeryüzünün altında sütunların varlığı, ikincisinin de bu sütunları dengeleyen dağlar olması ile açıklar.
Eski Ahit’in yanı sıra Kur’an’da da dünyanın dengesinin dağlar sayesinde sağlandığı belirtilir: “Allah, gökleri görebileceğiniz direkler olmaksızın yarattı. Yeryüzüne de sizi sarsmasın diye sabit dağlar yerleştirdi ve orada her türlü canlıyı yaydı.” (‘Lokman 31:10).
Depremin anlatıldığı ayetlerde, deprem kelimesi yerine “dayanılmaz bir sarsıntı…” (A’raf Suresi: 7/91), ile depreme atıf yapılır. Bir de işin ceza yönü vardır. Allah’a şirk koşanların akıbetini anlatırken “…kimini şiddetli bir çığlık sarıverdi, kimini (depremle) yerin dibine geçirdi…” veya şiddetli bir titremenin yeryüzünde cereyan edeceğini, “O (şiddetli) depremin (Dünya’yı) sarsacağı (korkunç) gün (gelecektir)” (Nazi’at Suresi: 30/6) diye belirten ayetler ile açıklamaya çalışılır. Bazı ayetlerde geçen recfe kelimesi, eski günahkar kavimlerden bazılarının maruz kaldığı helak edici yer sarsıntıları için kullanılır. Benzer olarak günümüzde de zaman zaman depremler, günahkar insanların varlığı nedeniyle ‘Allah’ın gazabı’nın tezahürü şeklinde yorumlanır.
ÇİVİ YAZILI KAYITLAR
Orta Asur döneminde deprem kayıtları mevcuttur. Referansların ilki, I. Salmanasar dönemine aittir. Metinde Salmanasar’ın yıkılan İštar tapınağını nasıl restore ettiği anlatılır. Diğer deprem kayıtları ise I. Tukulti-Ninurta, I. Assur-dan ve I. Ašur-reš-iši döneminden gelir. Yeni Asur’un yazılı kaynaklarında, depreme ilişkin bahisler şaşırtıcı derecede artar. Özellikle Asur Kralı Esarhaddon ve oğlu Assurbanipal dönemi kayıtları yıkılan, hasar gören, onarılan bina ve yerleşimler hakkında bilgi verir. “Elul (eylül) ayının 21’inde (VI) bir deprem oldu. Dış kentin tamamı hasar gördü, ancak dış kentin tüm duvarı kurtarıldı; (sadece) 30,5 arşınlık bir bölüm ondan koptu ve kentin merkezine düştü.” (SAA 16, 100, 6 = Esarhaddon’un Siyasi Yazışmaları) “Milqia’dan Dur-Šarruken’e geldiğimde, 9 Adar (XII) tarihinde Dur- Šarruken’de bir deprem olduğu söylendi. Belki de kral, lordum, şimdi şöyle diyordur: ‘Şehir surlarında herhangi bir hasar var mı?” (SAA 01, 125, 4 = II. Sargon’un Yazışmaları)
Asur yazıtları, deprem felaketine karşı koruyucu ayinler düzenlendiğinden de söz eder. “Eğer Şebat’ta (XI) bir deprem olursa: karık verimini azaltacak; düşman seferleri olacak (SAA 08, 036, 12). “Kralın, lordum, bana yazdıklarına gelince: ‘Hangi apotropaik ritüel var?” – Depreme karşı apotropaik ritüel var ve yerine getirilmeli; […]” (SAA 10, 010, 5) “Kralın babaları ve dedeleri zamanında hiç deprem olmadı mı? Ben küçükken deprem görmedim mi? Tanrı (sadece) kralın kulaklarını açmak istedi: “Tanrıya dua etmeli, apotropaik ritüeli gerçekleştirmeli ve tetikte olmalıdır.” (SAA 10, 056, r13) Yeni Asur döneminde, depremlere yapılan atıflarda gerçek deprem kayıtlarından ziyade psikolojik etkileri, depremin neyi haber verdiği ya da nasıl önlenebileceği ön plana çıkar.
DEPREMLERİN HAVA VE FIRTINA TANRILARIYLA İLİŞKİLENDİRİLMESİ
Şimdi bu bilgiler ışığında, Yakın Doğu bir deprem kuşağı iken neden az sayıda yazılı kaynak görüldüğü sorusunu akıllara getirelim. Elbette Türkiye’de Güneydoğu ve Doğu Anadolu, Irak ve Suriye’nin bazı bölümleri ile Lübnan ve İsrail’in çoğu aktif sismik bölgelerde bulunduğundan, Eski Çağ halklarının depremlerden habersiz olduğu düşünülemez. Peki bu bölgede deprem kayıtları neden az? Hititlerin, son derece tektonik bir bölgede yaşamış olmalarına rağmen neden herhangi bir deprem kaydı yok? Levant bölgesinin, Ölü Deniz Fay Zonu’nun üzerinde yer alması ve tarih boyunca kesintisiz yerleşim olarak kullanılmasına rağmen neden Eski Ahit’te geçen iki referansın dışında herhangi bir açıklama mevcut değil? Bütün bu sorular bizi Eski Çağ toplumlarının depremi nasıl algılamış olduğu bilgisine yönlendiriyor.
Bazı Mezopotamya metinlerine baktığımızda, doğanın titremesi ile gök gürültüsü arasında bir bağlantı olduğu gözlenir. Hava tanrılarının faaliyeti nedeniyle doğanın sallanması, titremesi ve sendelemesi betimlemeleri, Erken Hanedanlık döneminden başlayarak birinci bin yıla kadar uzanan Eski Yakın Doğu edebiyatının bir parçası olmuştur. ‘Doğanın titremesi’ ifadesi, kapsamlı bir terim olarak genellikle nesnelerin sallanmasını tanımlamak için kullanılmıştır. Başka bir deyişle, deprem olgusu, doğanın sarsılması ile ilişkilendirileceği gibi fırtına olgusu da doğanın sarsılması ile ilişkilendirilebilir.
Dolayısıyla Eski Yakın Doğu’da doğanın titremesi ile tanrı tasavvuru arasında bir bağ kurulduğunu söylemek mümkün. Deprem olgusu ile tanrılar arasındaki bağlantı, Fırtına Tanrısı
üzerinden sağlanmıştır. Fırtına Tanrısı veya Hava Tanrısı, gök gürültüsü, sallanma, şimşek ve diğer hava olaylarını gerçekleştiren figür olarak karşımıza çıkar. Hava veya fırtına tanrıları olarak adlandırılabilecek bu tanrılar sırayla İškur, Adad, Hadad, Baal ve Tešup’tur. Bu tanrılar coğrafya ve kültürlere göre farklı isimle anılan ancak aynı amaca hizmet eden tanrılardır. Amarna mektuplarında, Hava Tanrısı Hadad veya Baal olarak anılır ve Baal, Hadad ve Tešup hepsi aynı şekilde yazılır: ?? (Akkadcada dIM/Sümercede dIŠKUR olarak okunur).
Hava Tanrısı Baal ayrıca Emar metinlerinde fırtına ve savaşçı tanrı olarak anılır ve Batı Sami inancının merkezinde yer alan bir tanrıdır. Özellikle fırtınalar, şimşekler ve bulutlar üzerinde gürleyen sesiyle bilinir (KTU 1.4 v:8–9; vii 29, 31; 1.5 v:7; 1.101:3–4). Başka bir metin olan Ugarit metinlerinde de Baal hakkında “O sadece dağları korkudan sallamakla kalmaz, aynı zamanda tüm yeryüzünü ve dünyanın yüksek yerlerini de titretir” şeklinde örnekler de görmekteyiz. Diğer bir örnekte: “Baal kutsal sesini verdi, Baal [dudaklarının] özünü tekrarladı, Kutsal sesi yeryüzünü [paramparça etti/örttü]. [Onun] sesiyle dağlar sarsıldı, Kadim dağlar [ ] sıçradı [yukarı?], Kulağın yüksek yerleri sarsıldı” (KTU 1.4 VII 29- 34) şeklindedir.
COĞRAFİ, EKOLOJİK VE İKLİMSEL FAKTÖRLERLE TANRI KAVRAMI
Herhangi bir bölgenin kültürel evriminde, belirli doğal coğrafi, ekolojik ve iklimsel faktörler, tanrı kavramına önemli ölçüde katkıda bulunur. Mezopotamya metinlerinde de doğanın titremesi ile gök gürültüsü ve bunun tanrılarla ilişkisi arasında bağlantı ön plana çıkar. Gök gürültüsünün ezici gücünden kurtulabilmek için bir fırtına duası semaya gönderilir. MÖ 1500 ile 1000 yılları arasında tarihlenen bu duanın bir bölümünde şöyle denir: “Ey Adad, feryadı karşısında insanların dili tutulur, Çayırlar [deprem], bozkır dalgalanır…” Bu örnekte, Tanrı Adad, gök gürültülü şimşekleri ile ön plandadır.
Akad metinlerinde de gök gürültülü fırtınalar ile deprem tanımı birbirine bağlanır. Metin, “Eğer dünya normalden daha fazla sarsılıyorsa, bir, iki, üç kere gök gürültüsü olacak” şeklindedir. Burada gördüğümüz gibi hava durumuyla alakalı olgular düşünüldüğünden çok daha geniş bir kavramı içeriyor olabilir.
Eski Babil dönemine kadar uzanan deprem kehanetleri, Mezopotamya toplumlarının deprem algısına dair diğer kanıtlardır. Bu kehanetler, depremlerin toplumsal yaşamın bir parçası olduğunu ve insanların depremleri önleme ya da bir depremin neye işaret edeceğini yorumlama girişimleri olduğunu gösterir.
Eski Babil ilahileri, İškur ile gök gürültülü fırtınalar arasında bir bağlantı kurar ve gök gürültüsünü fırtınalarla sıkı sıkıya ilişkilendirir. Örneğin, İškur’un yasını tutan geç bir Eski Babil ilahisinde şu ifadeler geçer: “Büyük savaşçının sözü: Öfke olduğu zaman… İškur’un yüce sözü: Öfke olduğu zaman… Kükreyen Fırtınanın sözü: Öfke olduğu zaman… Bağıran Fırtınanın sözü: Öfke olduğu zaman… Onun yüzünden gök sallanır, yer sarsılır; Cennet dövüldü, dünya yağmur yağdı.” Diğer bir başka Eski Babil ilahisi, İškur-Adad’ın öfkesini Fırtına Tanrısı tasviriyle ilişkilendirir: “Rab öfkelendiğinde gökler titrer. İškur ‘un gazabıyla yeryüzü de sarsılır. Büyük dağlar… hepsi yıkıldı.” Bu metinler İškur-Adad’ı, Eski Babil döneminde şiddetli bir tanrı olarak tasvir ediyor. Deprem olgusu, Hava Tanrısı’nın öfkesiyle bağlantılı görünüyor. Tanrının öfkesi yüzünden gökler ve yer sallanıyor.
Bahsettiğimiz bu yazılı kaynakların haricinde son 100 yılda görülen depremden sağ kurtulanların depremleri betimleyen açıklamaları, fırtına ve özellikle gök gürültüsü ile doğrudan ilişkilendirilir. Nitekim 6 Şubat 2023 tarihinde Maraş’ta meydana gelen 7.7 büyüklüğünde depremin ses kaydı ve depremzedelerin deprem hakkındaki yorumları, büyük oranda uğultu ve gürültü duydukları yönündedir. Bu açıklama, bir Eski Yakın Doğu metnine aktarıldığında, hayatta kalan depremzedelerin bu anlatımını depremden ziyade bir fırtına şeklinde yorumlayabilirdik. Ancak burada hayatta kalan kişi bir fırtınadan değil, bir depremden bahseder. 17 Ağustos 1999 Marmara depremi sonrası da depremzedelerin bir kısmı depremi, uğultu ve gürültü şeklinde, bazıları da odanın içinde bir ışık, kimisi de gökyüzünün birden aydınlanmasıyla ifade ederler.
*İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Eskiçağ Tarihi Ana Bilim Dalı, Doktorant.